KADININ KALEMİNDEN Yazdır Kaydet

An'ı yitirdikten sonra…

Kadının Kaleminden
Mayıs 19 / 2016


 

 
Zeynep Yaşam 
 
An nedir? An'ın sosyolojisi, An'ın felsefesi nedir? An derken ne anlıyoruz sahiden de. Bu soruya alışageldiğimiz şekilde soyut kavramlarla dolu bir cevap arayışında değilim. Bu sorunun cevabını an'da yaşadığımız gerçekliği tarif ederek vermeyi tercih ediyorum. Bu bir tercih çünkü an'da yitirdiğimiz ve an'da yarattığımız o kadar çok değer var ki. Şimdi şu an yanı başımızda yıkılan şehirler, yitip giden öyküler, köklü bir tarih ve öyle destansı insanlar var ki? Ve şu an biz öyle bir yabancılaşma yaşıyoruz ki. Kendimize karşı olan saygımızı yitirdiğimizin, An'ın devrimcisi olamamanın vebalini çok ağır ödediğimizin farkında bile değiliz. 
 
Evet sözüm bize. Sözüm direniş safında yer aldıklarını iddia edenlere. Düşmanının gündemlerine takılıp gündem belirleyenlere. Hatta onun gündemlerini manşet yapanlara. Yürüttükleri çalışmaların an'a hizmet etmediğinin farkında olmayanlara. Bizim artık gaflet durumunu da aşan farklı bir ruh halinin -açık söyleyelim- münafıklığın içinde olduğumuzun üstünü örtenlere. Sözüm öfkesizliğimize... Yanı başımızda yitip giden onca canın, tarihin yapamadığını ben mi yapacağım? Hayır öyle bir iddiam yok. Ama en azından bu yazıyla kendime olan saygım gereği çok az da olsa özeleştirimi vermek istiyorum. 
 
Kimi anlar vardır gün gelir insandan hesap sorar. Hayatın bir diyalektiğidir bu. Farkında olmazsın. Ya kocaman bir utanç olarak yüzüne, gözlerine yapışır ya da o hayatın içinde mutsuzluğunu başkalarının mutsuzluğu ile kapatmaya çalışan acımasız bir varlığa dönüşür. Böylesi insanlar sadece topluma değil doğaya da zarar verir. Mutsuzdur çünkü. Doyumsuzdur. Çünkü hiç bir an'a hakkıyla cevap vermemiştir. Çünkü kendisine olan saygısını kaybetmiştir. Böylesi bir anlayışı temsil edenler belki dönemsel olarak kazanır, iyi giyinir, kendisinden hesap soracak olanlara yalan da söyler ama her şey bir yana bu insanları hayat cezalandırır. Nitekim cezalandırmıştır da. İçlerindeki kötülük kadar hastalık da onların yaşamının bir parçasına dönüşmüştür. Devletli uygarlığın yarattığı insan tiplemesi tam da böyledir. Duyarsız, emeksiz, aymaz, dönemsel hesapların peşinde olan bencil ve tüm bunların bir sonucu olarak hastalıklı bir yapıdadır. Bu uygarlığın düşünce yapılanmasına damgasını vuran pozitivizmin etkisinde olan bir karakterdir. Sömürgeciliğin etkisinde değildir artık çoktan sömürge olmuştur. Gözüyle gördüğünün dışında hiçbir şeye inanma der pozitivizm. Mekaniktir. Var olan sadece bir nesnedir. Özne yoktur orada. His yoktur. Devletli uygarlığın hakikati olarak insan, toplum, yaşam sanal alemin bir versiyonudur sadece. Bu kadar. Zaten kendisi olmaktan çoktan çıkmış olan bu insanlar sistem için birer nesneden başka bir şey değildir. Esas olan 'ben'dir. 
 
Sistem içinde sisteme karşı mücadele edenler olarak bizler bu anlayışları kendi karakterimizde nasıl temsil ediyoruz? Hep beraber sorgulayalım. Önce katliam konsepti ile Kürdistan'ı boşaltacağı belli olan devletin bu gerçeğini algılamadık. Suruç, Ankara, Kobanî katliamları ve Diyarbakır'daki katliam denemesi ile başladı her şey. Doğrudan katliamla geldiler üzerimize. Ama bunu bir strateji olarak algılamaktan ziyade taktiktir dedik. Bu katliamlara cevabımız alanları boşaltmak ve yas tutmak oldu. Katliamlara karşı yapılan öz savunmayı tartıştık, tartıştırdık. Kafamız karıştı. Çünkü düşmanımızı tanımıyorduk. Rêber Apo bizi defalarca uyardığı halde tek başına demokratik siyaset ile sonuç alacağımızı düşündük, bu ihtimale çok inanmak istedik. Çünkü bize göre burada bütün hücrelerinle kendini sorgulamanı gerektirecek bir durum yoktu. Eski tarzımızla, ortayolcu yaklaşımlarımızla götürürdük süreci ne de olsa. Nitekim demokratik siyasetin kendi başına bütünlüklü yaklaşımı gerektiren bir ince sanat olduğunun da farkında değildik. Anlamak istediğimiz tarzda anladık. Bu tarzın hangi uygarlığa hizmet ettiği ise şimdi ortaya çıkan sonuç ile aşikar nihayetinde.
 
Silvan, Varto, İdil, Sur... Sonra Cizre... Silopi... Nusaybin... Gever... Şırnak... Direnişin kitabı yeniden yazılıyor buralarda. Değerlerimizin yaratıldığı asli mekanlar... Yıllardır görkemli direnişiyle özgürlüğün tarihini yazan öz varlığımız, köklerimiz. Şimdi sistem intikam alırcasına oralara yöneliyor işte. Bunun karşısında görkemli bir direniş var. Ama bu direnişin bir ayağı eksik. Biz tüm varlığımızla o direnişi destekleyecek, onlara nefes aldırtacak tarzda özellikle de kurumsal çalışmalarımızda gerekli cevabı veremedik. Bırakalım onu esas gündemlerimizin rutinleşmesine neden olduk. Şimdi siz söyleyin tarih affeder mi bizi? 
 
Sêvêlerin direnişinin özünde varolan netliğe ihtiyacımız var şimdi. Her zamankinden daha fazla buna ihtiyacımız var. Evet, Pakize Nayır ile Mehmet Tunç'un bu dönemin temsilini yapan gerçek halk kahramanları olduğu konusunda herkes ikna. Ama neden pratiğe geçemiyoruz. Halk mı hazır değil? Halk hazır değilse Mehmet ile Pakize nasıl çıktı? Taybet analar nasıl direndi? Sorunu gerçekçi koyalım ki cevabını da bulalım. Her zamanki gibi savaşın içinde öğreniyorduk birçok şeyi. YPS ve YPS-JIN direnişi de böyleydi. Ama bu o kahramanlıkları görmemenin gerekçesi değil kesinlikle. Burada başka bir şey var işte. Kendimizi haklı çıkarmak için eksikliklere odaklandık. Ne oldu? Direnenler kazandı, ama biz kaybettik. Şimdi nasıl yüzüne bakacağız halkımızın ve nasıl birbirimizin yüzüne...
 
Şu an bir şehir yıkılıyor. Botan'ın yüreğine Şırnak'a vuruluyor. Yüreğiniz acımıyor mu? Düşmanın gündemlerine takılmış gidiyoruz. Düşman çok yönlü saldırıyor. Esas gündem ile bağlantılı birçok gündem oluşturuyor. Alevi yerleşim merkezlerine DAİŞ'i yerleştiriyor. Kilis'i vurarak boşaltıyor. Bir yandan MHP'yi yeniden dizayn ediyor. Bir yandan CHP'yi teşhir ediyor. Öte yandan dokunulmazlıkları gündemleştiriyor. Paralelcileri gözaltına alıyor. Kürdistan kentlerini yıkıyor. Çok yönlü saldırıyor. İnsanların sinirlerini alıyor adeta. Ama bizler bu düşmanın ne olduğunun farkında olanlar ne yapıyoruz. Bu savaşın aktörlerinden medet umuyoruz. Birleşmiş Milletler'in eliyle gerçekleşen bu katliamı yine onların çözmesini bekliyoruz. Manşetlerimize bunu taşıyoruz. Davutoğlu'nun gidişinin AKP içindeki bir kavgadan ziyade AKP'yi daha da güçlendirme hamlesi olduğunun idrakinde değiliz. 
 
Düşmandan ne bekliyoruz?
 
Onların arasındaki çelişkilerden medet umuyoruz. Sümeyye'nin nikah şahidi olan Hulusi Akar'a istifa diyoruz. Anlamadığım şey biz ne bekliyoruz ki... Düşmanımızdan ne bekliyoruz? Onlar bizim düşmanımız olduğu konusunda ikna. Ama biz ikna değiliz. Evet, bu sömürge psikolojisidir bir yerde. Diplomasimizi, basınımızı, siyasetimizi, sendikalarımız ve saire direniş cephesinde yer alanlarla ittifak yapmak için değerlendirmek yerine iliğimizi emen düşmanımıza bakıyoruz. DİHA'nın tek tek alınan muhabirlerinin Nusaybin'i, Gever'i, Şırnak'ı yaşadıkları orayı ilettikleri için tutuklandıklarının farkındayız ama buna karşı öfkemizi her kim neredeyse oradan güçlü bir şekilde haykıramıyoruz.  Sosyal medyada takipçilerimizin çokluğu ile övünüyor orada deşarj oluyoruz. Rêber Apo tam da bunun için söylemişti şu sözü, "Yaşam için krizler ve savaşlardan da daha ağır bir felaket, hakikat algısından köklü kopuşlara yol açan sanal yaşam kutularına kölece bağlanmadır; çoktan çizilmiş yanlış, çirkin ve kötü yolda yaşamadır". Kendini sanal alemlerde deşarj edenler tekrar oturup düşünmeli. Sözün eyleme yabancılaşmasının uç noktasının onları nerelere sürüklediğini. 
 
Bu sürecin neyle başladığının farkında bile değiliz. 'Başlangıç sonu belirler' dememiş miydi Şehit Eser Altınok... Oysa biz Nusaybin'de Şırnak'ta kazanırsak Türkiye'nin her yerinde kazanırız bunun farkında değiliz. Halka bunu anlatamıyoruz. Çünkü tarih bilincimiz eksik. Yaşadığımız bu ortayolculuğun köksüzlüğümüzle bağlantısını kurmakta zorlanıyoruz. Bu yıllarca sürecek bir savaş. Ve biz hala buna hazır değiliz. Topyekûn kendi gündemlerimizi oluşturup onun için mücadele etmiyoruz, edemiyoruz. 
 
An'ın devrimcisi olmak işte esas bu zamanlarda gerekiyor. Bu an'ı yitirdikten, anlamını kavramadıktan sonra yaşamın ne anlamı var ki! Burada illa da herkes direniş saflarında yerini alsın şeklinde bir iddiamız yok. Yeri geldiğinde bunu da yapacak kadar net olmak elbette çok belirleyici. Ama şimdi anlatmak istediğimiz bizde gelişen bu duyarsızlığa karşı kendi gündemimiz oluşturarak cevap olmaktır. Gündemimizi bu doğrultuda yaptığımızda yaşamın her alanında çok yönlü bir direnişi sağlarız. An'ın devrimcisi olmak an'da yaşanan kırılmaların önünü alacak kadar net, cesur ve dürüst olmaktır. Sözün özü sürecin dili net olmaktır.