KADININ KALEMİNDEN Yazdır Kaydet

Cizre notları…

Kadının Kaleminden
Nisan 26 / 2016


 

 
 
 
Özgü Bircan
 
Günlerce, haftalarca, aylarca süren sokağa çıkma yasaklarını, vahşet bodrumlarını, ölü çocukları, sokak ortasında kurşunlanmış yatan anneleri, kucağında torunuyla düşen dedeyi, ölü bedeni çıplak teşhir edilen kadınları, soğutucularda saklanan kız çocuklarını, açlığı, susuzluğu, kuşatmayı-kıyımı, "gece öyle bir kâbus gördüm ki" diye anlatsam içiniz daralarak dinlersiniz biliyorum. Ama bunlar ve daha kat be kat fazlası Sur'da, Şırnak'ta, Cizre'de, Nusaybin'de, İdil'de, Lice'de, Yüksekova'da yaşandı,  yaşanıyor, lanet olsun ki yaşanmaya da devam edecek! Bahsettiğim yerler şurası, burnumuzun dibi, bu toprakların "bir bölümü", kalbimizin yarısı… Şurası işte, uçakla 2 saat 15 dakika…
 
Yok, öyle ders vermek, parmak sallayıp vicdan sorgulamak değil amacım. Sadece; seyreden, ah eden, izleyip gözyaşına boğulan, öfkeden çıldıran, geceleri bunları düşünüp uyuyamayan, her sohbeti bu konuya bağlayan bir "vicdanlı izleyici" olmaktan çıkıp, Cizre yollarına nasıl düştüğümü anlatmak niyetim. İşin gerçeği asıl niyetim bu yazıyı okuyanlara çağrıda bulunmak. Belki yazı uzun gelir, sonuna kadar okumazsınız,  bu yüzden sonda söyleyeceğimi başta söylüyorum: Gidin arkadaşım, siz de gidin! Çuval taşımak için, depo süpürmek için, yardım dağıtmak için, bir kadının elinden tutup 'acını paylaşıyorum' demek için,  evladını yitirmiş bir anneye söylediklerini anlamasanız bile sıkı sıkı sarılmak için, hüznünü gözlerinden okuduğunuz babalarla sessizce sigara içmek için, 'yalnız değilsiniz' demek için, bir çocukla kaldırımda oturup konuşmadan gülüşmek için gidin! 
 
Ayşe'nin yazdığı bir iletiydi sanırım, okuyunca not etmiştim bir yere: "İşe yaramayacak bir şey yapmak hiçbir şey yapmamaktan iyi değil." Bunu okuyana kadar "ama elimden daha fazla ne gelir ki" diyerek kendimi çok iyi sağalttığımı biliyorum. İşe yarıyor muydu, yarıyormuş ki başka bir arayışa girme gereği duymuyordum. Dedim ya vicdanlı bir izleyiciydim ben. Etrafımdaki birçok kişi gibi… Sonra öyle şeyler olmaya başladı ki; sosyal medya paylaşımları, duyarlılık fışkıran iletiler, yardım toplamalar falan yetmez oldu. Bunlar değersiz olduğundan değil elbet ama yetmiyordu işte, yetişemiyordu.  Benim her gece kafamı yastığa koyduğumda onları düşündüğümü bilmeleri gerekmez miydi? Ya da birbirimizin gözünün içine bakarak ağlamamız, öfkelenmemiz, lanet okumamız…
 
Karmakarışık aklımı, duygularımı ayıklayıp tasnif edebilmek için Cizre'ye yola koyuldum. Yanımda yine benim gibi karışık, Cizreli çocukların deyimiyle "kıvırcık saçlı" Beyhan'la…
 
Şöyle bir dinliyorum kendimi, aklıma ilk gelen soru: Korkuyor muyum? Cevap aklımın diğer yanından: "Korkabilirsin elbet, bundan doğal ne var, savaş bölgesine gidiyorsun. Ancak unutma ki orada insanlar o savaşın içinde haftalardır, aylardır, yıllardır yaşıyorlar. Korkundan daha baskın hislerin var ve onlara kulak ver!" 
 
Dedim ya şurası işte o yıkımların yurdu, uçakla 2 saat 15 dakika… 
 
Vardık Cizre'ye; daha havaalanındayken karşılaştık yeşilli, mavili, namlulu soğuk devlet yüzüyle. Ulaşacağımız yer Cizre Belediyesi. Biniyoruz bir taksiye, sınırları taşlarla ayrılmış tarlalar akıyor yolun sağından solundan. Hiç garipsemiyor şoför bizi; üç kişi sessizce yol alıyoruz. İlçenin girişinde durduruluyor araç, daha sonra tanıştığımız herkesin istisnasız soracağı "ne iş yapıyorsunuz?" sorusu geliyor. Ardından niye buradasınız falan filan. Sorun olmadan geçtiğimiz bu arama noktasından sonra bir daha yüz yüze gelmiyoruz askerle de polisle de. Ancak ilçenin her yanına sinen havalarını adım başı hissediyor, görüyoruz.
 
Taksi belediye binası önünde duruyor. O saate kadar hiç konuşmamış olan şoför, binanın yan kapısını göstererek "Sizin arkadaşlarınız buradan giriyor genellikle" diyor. Sessizce bakıp gülümsüyoruz karşılıklı. İşte ilk kez orada diyorum "İyi ki geldim, iyi ki buradayım". 
 
Rojava Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği'nden arkadaşlar karşılıyor bizi. Çarpıtılmış haberler gerekçe gösterilerek Belediye Başkanlığı görevinden alınan Leyla İmret'in odasında ağırlanıyoruz.  Sanki yıllardır tanışığız, öyle sıcacık bir karşılama… Kaçak çay eşliğinde koyu bir sohbet başlıyor. Biz heyecanlıyız; zamanımız az, hemen işe koyulmak istiyoruz. 
 
Cizre yarım kalmışlıkların, kavuşamamaların şehri… Mem û Zîn'in hüzünlü aşk hikâyesi tüm ilçeyi kaplamış. Kadınlar yasını tutuyor bu kavuşamamış âşıkların; hemen hemen hepsi siyah çarşaflar içindeler. İlk gördüğümüzde şaşırdığımız bu hal, Mem û Zîn'le anlam buluyor.
 
İlk çalışma yerimiz yardım malzemelerinin toplandığı, tasnif edilip paketlendiği depo. Çalışma arkadaşlarımızın her biri ayrı bir hikâyenin kahramanı. Kocası cezaevinden çıktıktan sonra yine ceza alacağını bildiği için yurt dışına gitmek zorunda olan kırmızılı abla; henüz 27 yaşında kendisinin ve kumasının çocuklarına bakan, kocası cezaevinde yatan, erken yaşlanmış genç kadın; üç kardeşini savaşta, babasını faili meçhulde yitirmiş genç adam… Daha sonra tanıştığımız, sohbet ettiğimiz hemen hemen herkesin son süreçte en az bir kaybının olduğunu öğreniyoruz. Her duyduğumuz hikâyeyle acının bin bir yüzünü görüyoruz. Kimse lanet edip çekip gitmemiş ama; aksine acısını yüreğine mıhlamış, gelmiş bir işin ucundan tutmaya çalışıyor. Biz depoda çalışırken bir arkadaş çalışan bir genci gösterip "kardeşini son çatışmalarda kaybetti, üç gün taziye kabul etti dördüncü gün depoda çalışmaya geldi" diyor.  
 
Bizi "gönüllü arkadaşlar" diye tanıtıyorlar. Gönüllü mü? Ta İstanbul'dan mı geldiniz? Çok teşekkür ederiz… İnsan bu sözlerin altında öyle bir eziliyor ki "Bu lütuf değil ki neden teşekkür ediyorsunuz, bu hayatın doğal akışında zaten olması gereken" diyesiniz geliyor, o da anlamsızlaşıyor daha dile dökülmeden.
 
"Bir pirinç, bir makarna, bir bulgur, bir mercimek, bir şeker, bir salça" tekerlememiz oluyor gün boyu. "Şeker biterse çay, pirinç biterse iki paket bulgur"… Çuvallar doluyor, kapıya gelen araçlara yükleniyor; istikamet mahalleler. Ama fark edilmeden; çünkü dağıtım yapmak yasak! Neden diye sormuyoruz bile, gelecek cevabı biliyoruz çünkü: Topla, tüfekle alamadıkları canları açlıkla ve yalnızlıkla terbiye etmeye çalışıyorlar. Ancak başaramadıklarının da farkındalar. Onlar engelledikçe başka yollar buluyor arkadaşlar ve o yardımları ne yapıp ne edip ulaştırıyorlar. 
 
Günün sonunda kalacağımız yere gidiyoruz. Saat 21.30'da sokağa çıkma yasağı başlıyor ama çocuklar son dakikaya kadar bağır çağır top oynuyorlar sokaklarda. Büyükler yürekleri ağızlarında camlardan izliyorlar onları. Sokakta olmaları, bu korkuyu atmaları, çocukluklarını doya doya yaşamaları lazım diye düşünüyorlar ama bir yandan da her an sokağın ucundan gelebilecek tehlikeyi bildiklerinden tetikte bekliyorlar. Birkaç gün evvel futbol oynayan çocukları gazla dağıtmışlar çünkü.
 
Geceyi geçireceğimiz yerin ikinci katında kavruk yüzlü 7-8 kişiyi bir masanın etrafında yemek yerken buluyoruz. Yıkılan evleri onarmak için gelmiş gönüllü "yapıcılar" ekibi. Akşam yemeğini birlikte yiyoruz hikâyeleri eşliğinde. Her biri ayrı bir şehirden gelmiş; Amedlisi var, Mersinlisi var, Adanalısı var, Batmanlısı var. Gençler suskun, yaş almışlar daha bir hararetli anlatıyorlar. Duvara sırtını dayamış, koca cüssesine rağmen mahzun bakışıyla dikkat çeken Batmanlı usta, üç yıl evvel askerde intihar etti denilerek ölüsü gönderilen oğlunu anlattığında elimizi, kolumuzu koyacak yer bulamıyoruz; başımızı eğiyoruz sanki suçlu bizmişiz gibi… Ardından gelen sessizliği yine kendisi bozuyor: "Biz etle tırnağız,  kardeşiz, birbirimizden ayrılamayız. Bir kişi kalana kadar birbirimizi yok etsek de o kalan bir kişiden filizlenir yine insan, yok olmaz asla".  Ben bu metanetli duruş karşısında kalakalıyorum. İçimde soru patlamaları: Bu acıyı dağa versen dağ yıkılır, denize atsan deniz kurur, göğe fırlatsan gök yarılır; sen nasıl dayanıyorsun, dayanmakla da kalmayıp hala nasıl kardeşiz diyorsun? Bu kadar acıyla dolan yüreğin sevgiye nasıl böyle yer buluyor? 
 
Sabah soluğu depoda alıyoruz yine. Yiyecek malzemeleri bitmek üzere. Paketlenecekler azaldığı için o işi depoda olan arkadaşlara bırakıp günü mahallelerde yardım dağıtarak geçiriyoruz. Ev ev kapı kapı geziyoruz. Her çaldığımız kapı öyle bir kucaklıyor ki bizi… Sokaklarda gezerken yardımcılarımız elbette çocuklar. Beyhan'ın benzetmesiyle "Alamancı Mersedesi" gibiyiz, peşimizde onlarca boncuk gözlü. Çoğu Türkçe bilmiyor. Ortak dilimiz gülüşüp kıkırdaşmak. Her evden en az 4-5 çocuk çıkıyor. Uykuları silah sesleriyle bölünmüş, korkuyu en dorukta yaşamış çocuklar… Dışarıdan bakıldığında sanki hiçbir şeyden etkilenmemiş gibi, neşeyle koşuşturuyorlar oradan oraya ancak işin gerçek yüzü bu değil! Hepsinin ruhunda onarılmaz yaralar açılmış. Öfkeyle tanışmışlar, daha ne olsun! Birçoğu ablasını, abisini, babasını kaybetmiş. Korku, öfke ve kayıplarla bu yaşta tanışan bir çocuğun geleceğini varın siz düşünün! 
 
Dağıtım bitince yol bizi Cudi Mahallesi'ne götürüyor. Vahşetin bodrumlarda yaşandığı mahalleye… Kepçelerin çalıştığı, yıkıntıların kaldırılıp dümdüz bir TOKİ alanı yaratılan mahalleye… O ana kadar yakılmış, kurşunlanmış birkaç bina gören bizler bu mahallede olanları izleyen gözlerimize lanet ediyoruz. Ayaklarımız geri geri gidiyor Beyhan'la. Şimdi biz burayı dolaşıp fotoğraf mı çekeceğiz? Tanıklık değerlidir, görmeyen gözlere işitmeyen kulaklara anlatmak şimdi görevimiz ama gözümüzdeki yaş kurumuyor. Sokağın birine girdiğimizde mis gibi bir hanımeli kokusu alıyoruz. Önüne geldiğimiz bir evin bahçe duvarından sarkıyor hanımeli. Birden başka bir dünyaya geçmişiz gibi… Ancak bu düşle karışık hal dağılıyor hemen; çünkü o bahçe yakılmış bir evin komşusu. Yanık kokusu, hanımeli kokusuna karışıyor… Bahar her şeye rağmen gelmek için direniyor Cizre'ye, Cizre halkı da baharı bekliyor.
 
Şehirdeki son günümüz soykırımın 101. yılına denk geliyor. Yapıcı gönüllülerle sohbet ettiğimiz akşam biri, Ermenilerin Kürtlere bir öğüdünü hatırlatmıştı: "Biz akşam yemeğiyiz, siz de bizden sonraki öğün". Görüyoruz, yaşıyoruz; inkâr üzerine kurulmuş bir anlayışın 101 yıl önce ettikleri bugün de aralıksız devam ediyor. "Yüzleşilmediği sürece soykırımlar son bulmaz" sözünün ne anlama geldiğinin birebir tanığıyız Cizre'de! 
 
Bir zamanlar kilise olarak kullanılan, şimdilerin Ulu Camii'ne uğrayıp, 24 Nisan anısına avlusunda soluklanıyoruz. Caminin çıkışında yaşı mezar taşlarına yakışmaz gençlerin ebedi evlerine gidiyoruz. Şehitlik diyor halk… Kapısından girerken beyaz yazmalı, dünyanın yükü omuzlarında bir anneyle karşılaşıyoruz. Birden bire başlıyor anlatmaya. Yarım yamalak Kürtçemizle anladıklarımız o kapıdan içeri girmemize engel oluyor. Oğlu yatıyormuş orada. Evi bombalanmış bir gece; öyle yitirmiş oğlunu. Yemin billâh ederek anlatıyor... Öyle ihtiyacı varmış ki anlatmaya, boş bakışlarımıza aldırış etmeden sıralıyor Kürtçe cümleleri, ağıtları. Sarılabiliyoruz yalnızca ve ilerlemeden o kapıdan çıkıyoruz.
 
 
Cizre'den bir dolu sorumluluğu sırtlanıp geldik. Her şeyden önce söz verdik, her fırsatta ihtiyacı olan yerlerde olacağız. Bugün Cizre, yarın İdil, sonrasında Silopi, Nusaybin…  Kısıtlı zamanlarda da olsa gidecek, yalnız değilsiniz diyeceğiz. Bu boynumuzun borcudur. Bu yazıyı okuyan herkesin boynunun borcudur. Cizre'ye adım attığımız günden itibaren herkesin büyük bir sevgi ve minnetle andığı, yardım için ülkesi Meksika'dan çıkıp gelen, günlerce Cizre'de her türlü işi yapan Gustavo gibi, korku duvarlarını yıka yıka gideceğiz kalbimizin yarısı olan o topraklara. Biz barış dedikçe ölümle gözdağı vermeye çalışanlara inat gideceğiz. Yardım götüreceğiz, çuval taşıyacağız, depo süpüreceğiz, bir kadının elinden tutup 'acını paylaşıyorum' diyeceğiz,  evladını yitirmiş bir anneye söylediklerini anlamasak da sıkı sıkı sarılacağız, hüznü gözlerinden okunan babalarla sessizce sigara tüttüreceğiz, 'yalnız değilsiniz' diyeceğiz, bir çocukla kaldırımda oturup konuşmadan gülüşeceğiz…