KADININ KALEMİNDEN Yazdır Kaydet

Büyük korku ülkesi

Kadının Kaleminden
Mart 22 / 2016


 

Aslı Erdoğan 
 
Zor. Yazmak, isabetli sözcükleri aramak, sorularla yanıtları sıralamak, reçeteler sunup noktalar koymak… Dinlemeye, duymaya, bakmaya bile mecalimizin kalmadığı günler, geceler… Ya havsalamız gerçeği bütün boyutlarıyla kavrarsa korkusuyla gözlerimizi kaçırıyor, hayati meseleleri hasıraltı ediyor, bir hayale ya da umuda tutunmaktan, gelecekten taleplerde bulunmaktan kaçınıyoruz. Açıklanamaz bir suçlulukla,  art arda gelen ölümlerin yasını tam tutamamanın ya da sağ kalanlar arasında olmanın suçluluğuyla, kısacık bir neşeden ya da coşkudan utanıyor, hayatın vaatlerine şüpheyle kızıyoruz. Ruhumuzu taşıyabileceği gerçekliğe, yani acıya, dehşete,  kedere  göre,  daralttıkça daralıyor, ama ölümün yaylım ateşinde bu sığınağın ceset kokan bir hücreye, bir mezara dönüşmesini  çaresizce izliyoruz.
 
Köşe yazarının kabusu, diye yazmışım on küsur yıl önce… Perdeleri sımsıkı kapalı odamdan fırlamış, elimde mürekkebi kurumamış cümlelerimle en yakın faksa koştururken, gazeteleri fark etmiş, bütün ülkeyi sarsan son olaylardan, en son haberdar olduğumu anlamıştım. Geçen Pazartesi, üçüncü kez başıma geldi. 2011'de, kelleyi koltuğa almış, ana akım medyada 'Kürt meselesine' biraz   'farklı', biraz makul yaklaşan bir yazarın 'yanlış anlaşılma' endişesiyle yazısını geri çektiği günü hatırlıyorum, bense başlığı değiştirmiştim. (Nedense, savaş acısının en çok hissedildiği günlerde, ilk suçlananlar barış savunucuları olur.)  Ben daha Ankara üzerine cümlelerimi toparlayamadan Beyoğlu kan gölüne döndü. Yazımı yollamamla yayımlanması arasında geçen 24 saatte hangi trajedilerin bizi beklediğini kim bilebilir ki?  Zor, çok zor…
 
Suruç'taki patlamada, 'şansına' yurt dışındaydım, yolumun kesiştiği insanlara rastlama korkusuyla ölüm listesine bakamadım. Çok ama çok acılı bir ses telefonda anlattı Ankara'yı, barış mitingini, yaralılara reva görülenleri… Birkaç ay sonra döndüğümde yüzden fazla insanın öldüğü patlama ortak belleğimizden neredeyse silinmiş, IŞİD'i protesto etmek bile az çok teröristlikle eşdeğer kılınmıştı. On iki hafta, dördüncü canlı bomba… Çok ama çok derin bir acı duyduğumu söylemekten öteye geçemiyor, ikinci bir cümle, hatta sözcük bulamıyorum. Çok zor, çok acı…
 
'Şiddet, şiddeti doğurur,' gibi doğrulandıkça işitilmezleşen cümleleri bir daha söylemenin, patlayan her bombayla polis devletine bir çivi daha çakıldığını yinelemenin anlamı var mı? En 'tepedeki' dahil,  herkesin bağırıp çağırdığı, tehditler, lanetler savurduğu, kendisi gibi düşünmeyeni terörist ilan ettiği bu ortamda, 'barış, illa ki barış' demenin bir yolu var mı? (Konsolosluklarını tatil eden Almanlar bile teröre destek vermekle itham edildi!) İşitilsin, işitilmesin: Katliamı meşru kılacak hiçbir siyasi görüşe ya da kavrama inanmıyor, kıyımdan medet uman her anlayışın, devletinki  dahil, kendi meşruluk zeminini yitirmenin de ötesinde, insanlık suçu işediğini düşünüyorum. İntikam arayışıyla herhangi bir eşitlik ya da özgürlük mücadelesi verilebileceğine inanmadığım gibi, bin bir bedelle kazanılmış hakların bu kan deryasında heba olmasından korkuyorum.  
 
 Büyük Korku Ülkesi'nde yaşamak, yaşarmış gibi yapmak, can çekişmeye benzeyen bir yarı varlıksızlık halinde hep aynı günün, aynı gecenin içinde sürüklenmek…  Bir bildiriye imza attığın ya da bir barış panelinde konuştuğun için geceler boyu polis beklemek…  (İronik mi, trajikomik mi?) 8 Mart Yürüyüşü'nde, yani 'Kadınlar Günü'nde,  cop, biber gazı ve bomba korkusuyla yürümek, hakaretlere, aşağılamalara maruz kalmak… Sağındaki solundaki herkesi şüpheyle incelediğini, her an, her yerde korkuya yenik düştüğünü utançla fark etmek… Binlerce anının olduğu sokaklarda, meydanlarda paramparça insan gövdeleri görmek… Zor.
 
Yazmaya gelince…  Zor, bu gün zor…  Güneşin kendiliğinden, muhteşem bir parıltıyla doğacağı, gönül rahatlığıyla yoluna koyulacağı bir yeni günde… Newroz piroz be!   
 
Özgür Gündem'den alınmıştır