Birlikte yaşam olanağı tükeniyor
Kadının Kaleminden
Hatice Kapusuz
Yazıya ilk başladığımda Taybet İnan ve Melek Alpaydın dönüyordu kafamda. İki trajik ölüm, sevdiğinin, seveninin aklından yıllarca silinmeyecek iki kayıp. Derken 3 kadın siyasetçi Seve, Pakize, ve Fatma’nın öldürüldükleri haberi geldi. Devletin son 6 ayda hedef aldığı örgütlü kadınların listesi gitgide uzuyor. Örgütlü kadınların sistemin tehdit listesinin başında geldiğini biliyoruz. İtaat kültürünün dışına çıkan, başka bir dünyanın alameti bu kadınlar açıkça hedef gösteriliyor, katlediliyor. Bu içinde yaşadığımız savaşın sadece bir yönü.
Ancak bugün savaşlarda bile görmediğimiz başka bir yüzle karşı karşıyayız. Adı operasyon konduğu için savaş hukukunun bile ötesine geçen; devletin devlet olmaktan doğan tüm sorumlulukları bir kenara bırakıp, başta yaşam hakkı olmak üzere, sağlık, eğitim, gıda, barınma gibi temel hakları bizzat ihlal eden bir mekanizmaya dönüştüğü yeni bir safha. Sonsuz yetkilerle donatılmış güvenlik güçleri, cephaneliğe çevrilmiş okullar, hastaneler… Savaş halinde bile ölülerin gömülmesi için kısa süreli ateşkesler ilan edilirken Taybet İnan'ın cenazesinin tüm taleplere rağmen yapılamadığını görüyoruz bu savaşta. 35. gününe giren Sur'daki sokağa çıkma yasağı ise dünyadaki ambargo uygulamalarının bile ötesine geçmiş durumda. İnsanlar göçüp gitmek ve ölüm arasına sıkışmış durumdalar. Üstelik kuşatmanın dışındaki alanlarda da Melek Alpaydın örneğinde gördüğümüz üzere kaçamıyorsunuz ölümden.
Devletin bizzat hak ihlal eden olduğu, vatandaşlarına karşı sorumluluklarını yerine getirmediği bir düzlemde medyanın da etkisiyle toplumun tamamı varlık mücadelesi eden insanlara karşı devlet tarafında saf tutuyor. Toplumun büyük çoğunluğu ana-akım medya tarafından biçimlendirilmiş ve manipüle edilmiş haberler ekseninde yönlendirilirken, olaydan haberdar olan, daha muhalif kesimlerin sessizliği, Kürt hareketine mesafeleri ve ön yargıları yaşanan savaş halinin giderek derinleşmesinde etken oluyor. Yaşanan olağanüstü koşullara rağmen halen "nötr" bir eleştirellik gözlüğüyle, özerklik veya hendek üzerinden tartışmaya meyyal kesimlerin olması insanların var oluşunu tehdit eden bu süreçte meşrulaştırıcı bir rol üstleniyor.
Çatışmalar başladığından beri evinde, çatısında, bahçesinde hayatını kaybeden insan sayısı; bunların içindeki çocuk hatta bebeklerin olması, insanların yaralılarını hastaneye götürmelerine bile izin verilmeyişine, toplumun batısından ses çıkmıyor olması, toplumsal olarak kopuşun başlıca nedenleri olacak gibi görünüyor. Bu süreçte özerklik ve hendeği "bahaneleştiren" tartışmalarından evvel toplumu toplum yapan, ortaklaştıran zeminin kayışına odaklanmak gerekiyor.
Görünen o ki toplumun tamamını zor bir bahar bekliyor, süreçte çatışmaların giderek artması, batıya taşınması muhtemel. Artan otoriterleşmeden kimse yakasını kurtaramayacak ve görmezden gelinen savaş her yere yayılabilir. Bu süreç tarihsel örneklerden görüldüğü üzere bir müzakere süreciyle sonuçlanabilir. Ancak önemli nokta süreç bu şekilde işlerse Türkiye toplumu taraflar masaya oturduğu tarihte artık birlikte yaşamanın tüm olanaklarını kaybetmiş, toplum olma vasfını tamamen yitirmiş olabilir. Bu sebeple barış mücadelesi ilkin birlikte yaşamın tek anahtarı. Bu sebeple barış sesinin çıkmadığı her dakika birlikte yaşam olanağının tükendiğini hatırlamamız gerekiyor.