KADININ KALEMİNDEN Yazdır Kaydet

Xwedé Nehéle…'Bizi öldürdüler, 10 gündür neredeydiniz?'

Kadının Kaleminden
Kasım 04 / 2015


 
Beyhan Günyeli*
 
Cizre'ye girer girmez bu soruyla karşılandık… Zaten sızım sızım sızlayan vicdanım bir Cizreli tarafından geç kaldığım gerçeğiyle yüzleştirilince kanamaya başladı. Mahcup bir şekilde özür diledim. Biliyordum; polis, asker, devlet barikatından bahsetmek 10 gündür sokağa çıkma yasağı altında inim inim inleyen Cizre için sadece bir gerekçeydi.
 
Adana'da 'hukukçular olarak Cizre için ne yapabiliriz' diye tartışırken, çeşitli hukuk derneklerinin Cizre'ye gitme kararı aldığını öğrendiğimde içim umut ve cesaretle doldu. Hemen tanıdığım ve ulaşabildiğim tüm avukatlara böyle bir çağrı olduğunu ve bizim de güçlü bir şekilde bu çağrıya omuz vermemiz gerektiğini söyledim. Ne yazık ki Adana'dan sadece bir meslektaşım bu yolculuğa eşlik etti…
 
Avukatlar Diyarbakır ve Mardin'den gelerek iki koldan Midyat çıkışında buluşacaklardı. Saat 24.00'te hareket ettiğimiz otobüsle sabah saat 06.45 gibi Diyarbakır'a ulaştık. Ardından şehir içi dolmuşuna binerek Diyarbakır Adliyesi'nin önünde grupla buluşmaya gittik. Grup saat 08.30'da hareket edebildi. Saat 12.00 sularında Midyat çıkışında yolu kapatan ve geçişi engelleyen kolluk güçlerinin bulunduğu alanın önünde toplandık. Diyarbakır Baro Başkanının adımıza yaptığı görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. Bu arada aramıza katılan HDP Eşbaşkanı ve milletvekillerinin ortak basın açıklaması yapmasının ardından da geçişe yine izin verilmedi. Hukuk derneklerinin kararı ile yaklaşık 300 avukat, jandarmanın, özel timin barikatlarını aşamadığımız için köy yollarından, tarlalardan yürümeye başladık. Barikatın olmadığı yerlerde asfalt yola iniyor, barikatlara yaklaşınca da tekrar dere tepe yürüyüşe geçiyorduk. Yaklaşık 15-20 km yol yürüdükten sonra 3 barikatı aştık. Bir yandan yorgunluk bir yandan da açlık ve susuzluk nedeniyle adım atacak halimiz kalmamıştı. Yürüdüğümüzü gören tarlada çalışan köylülerin haber vermesiyle olacak ki yürüyüş güzergahımıza su, ekmek ve üzümün bırakıldığını gördük. Bu dayanışma ve destek tam bir moral kaynağı oldu. Yürürken türküler söyleyen arkadaşlarımıza bizler de hep bir ağızdan eşlik ettik. Yurttan sesler korosuydu sanki dağ, tepe, tarlada yankılanan sesler…
 
Yol bir türlü bitmek bilmiyordu ve karanlık çökmek üzereydi… Hiç bilmediğimiz bu yollarda yürümek endişe vericiydi. Devletin kolluk güçleri ile PKK gerillaları arasında çıkacak olası bir çatışmada arada kalma korkumuz vardı. Aramızda şakalaşmaya başladık, "Ne İsa'ya Ne Musa'ya hali bizimkisi" diye…
 
Karanlık iyice çöktü… Uzaktan bir araç uzun farlarını yakarak bize doğru hızla geliyordu. Birden olanca gücüyle frene yüklenerek, önümüzde durdu. Kadın avukatlar olarak 6 kişi araca tıka basa doluştuk. Araç sahibi hiç susmadan, araç sahibi köylülerin avukatların yürüdüğünü öğrenince yollara çıktıklarını ancak jandarmanın geçişlerine izin vermediğini, kendisinin de köy yollarından geçerek, üç sefer yaptığını anlattı. Bizler hiç tanımadığımız Cizreliler için yollara düşmüştük, köylüler de hiç tanımadıkları avukatlar için yollara ekmek ve su bırakmış, jandarmanın tüm engellemelerine rağmen araçlarıyla köy yollarına düşüp bizi almaya gelmişlerdi. Çöken karanlık, barış umudu ve kardeşlik ruhu ile aydınlanıyordu.
 
Araç bizi Yayvan Köyü'nün girişinde bıraktı. 'Buradan öteye geçemem. Jandarma ve özel tim izin vermiyor' dedi araç sahibi. Biz, köyün girişinde oluşan araç ve insan trafiğine eklendik, arkadaşlarımızdan geriye kalanlar ise yürümeye devam ediyorlardı.
 
Köyün girişinde ağlayan çocuk sesleri, bağıran kadınlar ve jandarmayla tartışan bir adam vardı.
 
Adam: "bırakın geçelim, susuzluktan kırıldık, çocuklar perişan".
Asker: "Biz de susuzuz ve sabahtandır ayaktayız" 
Adam: "İzin verin geçelim, size de su getirelim" 
Jandarma: "Olmaz geri git" diyordu. Ve tartışmaya eşlik eden çocuk ağlamaları…
 
Ayaklarım su toplamış bacaklarım artık seni taşıyamıyorum diyordu vücuduma… Yürüyen arkadaşlarımı, insanların bu çaresizliğini, Cizre'de derin dondurucuda saklanan çocuk cesetlerini düşündükçe beynim ve yüreğim ayaklarıma inat direnç pompalıyordu vücuduma… Gidecektim doğru bir ifadeyle gidecektik… Her ne pahasına olursa olsun Cizre'de neler olduğunu öğrenecektik…
 
Tarlalarda, taş toprakta kendini yere atan, çaresizlikle köye giriş yapmak isteyen yüzlerce kişi... Buna karşılık jandarma Nuh diyor peygamber demiyor…
 
Saat 21.00 suları karanlığı sadece kuyrukta bekleyen araçların farları ve panzerlerin, akreplerin lambaları aydınlatıyor. Polisler, jandarmalar, özel tim hepsi ellerinde silahlar tepeleri tutmuş, tepelerden köye girişi engelliyorlardı. Hepsinin silahları da üzerimize çevriliydi. TV'de gördüğümüz İsrail askerlerinin Gazzelilere silah doğrultmasını an be an yaşıyorduk. Bu kez farklıydı, sıcak yuvamızda elimizde kahve fincanı ile "ah! Vah !"lar ederek izleyen değil; acısını, korkusunu ve tedirginliğini yaşayandık bu kez…
 
Ben kendimi taşlarla dolu yolun kenarına attım ve oturdum. Yaşananlar bir rüya imiş gibi geliyordu veya beynim tedirginliğimi, korkumu azaltmak için bu savunma mekanizmasını kullanıyordu. Arayan, telefon eden bağıran çağıran isyan eden onlarca insan…
 
Yaklaşık 1 saat orada bekledikten sonra ne olduğunu anlamadan askerlerin başındaki yetkili askerlere "tepelere konuşlanın" dedi. Askerler ayrıldı. Bizler de panzer ve akreplerin arasından geçiş yaptık Orada bizi bekleyen araçlara bindik. Kimimiz kamyonet kasasında, kimimiz tırın arkasında, kimimiz de özel araçlarla gittik İdil'e. Yolda yine asker ve özel timin barikatına takıldık. Kimliklerimizi kontrol ettikten sonra yola devam etmemize izin verildi. İdil halkı çok iyi organize olmuştu. Her aile 10-15 kişiyi evinde ağırlayacak şekilde planlama yapılmıştı. Biz yaklaşık 15 kişi, İrfan'ın evine misafir olduk… Yemekte yok yoktu, misafirperverlikleri mahcup eder derecedeydi.
 
Sabah saat 06.30'da uyandık, kahvaltının hemen ardından Kültür Evi'ne gittik. Orada Diyarbakır Barosu'nun ve hukuk derneklerinin organizasyonu kötü olduğu için, bizi Midyat çıkışına getiren araçlarımız, İdil'den almaya gelemedi. Yine halk çok iyi organize oldu. İlçedekilerin kendi özel araçlarıyla, kiraladıkları minibüslerle Cizre'ye doğru yola koyulduk. Cizre yoluna devam ederken savaştan kareler içinde gibiydik. Tanklar, akrepler, özel tim polisler, askerler, çelik yelekler, otomatik silahlar…. Korku, endişe, bilinmezlik, güvensizlik…
 
Cizre… tam bir savaş alanı… kentte yoğun bir ölüm kokusu… ölü hayvanlar, insanlar… yaralı çocuklar, başında sargı bezleri, kopuk elleri… Her taraf çöp dolu… İnsanlar sokakta kapı kapı dolaşıyorlar, eş dost iyi mi diye bakıyor… Sıcaklık 40 dereceyi aşkın, su, elektrik, internet yok... yaşam durmuş gibi...
 
Bir Arap, bir Türk ve bir Kürt avukat sokaklarda dolaşıyoruz… Tam bir Türkiye'yiz aslında… İlk bizimle konuşan Cizreli bir kadın: "10 gündür neredeydiniz? Öldürdüler bizi" dedi.
 
Bir utanç kapladı tüm benliğimi. Nasıl anlatabilirdim ki, evet biz serin evlerimizde soğuk sularımızı yudumlarken TV'den öğrenip ah çekiyoruz sizler için; ölenler bizim için bir sayı sadece… Korkuyoruz, elimizdekileri kaybetmekten, o nedenle bu kadar kör ve sağır kalıyoruz acılarınıza… Veya sizler bizim için çok uzak bir halksınız, nereden çıktı bu Kürt Türk söylemi, kardeşçe yaşıyoruz, hem siz de "teröristlere" yardım ediyorsunuz… O nedenle Gazze'ye gözyaşı döküyoruz, sizi ise görmezden geliyoruz… Nasıl anlatabilirim ki "aydın" ikiyüzlülüğünü, vefasızlığımızı, hesapçılığımızı…
 
Sokakları dolaşıyoruz, sokaklar  işgal altındaki bir ülkenin bir sokağı gibi… Duvarlar T.C. burada… Türk İntikam Tugayı gibi yazılarla dolu…
 
Keskin nişancılardan korunmak için mahalle aralarına tıpkı Kobani'deki gibi kalın çarşaflar, kilimler asılmış, kilimler sıkılan kurşunlardan delik deşik.
 
Evler, duvarlar kurşun izleri, havan mermileriyle savaşın izlerini önümüze seriyor... Irak gibi, Suriye gibi... Yıkıntılar burada bir savaş yaşandı diye bağırıyor sanki… Panzerin, akrebin sokaklara girerek, evleri taradığı belirtiliyor halk tarafından… Evlerin içindeki buzdolapları, televizyonlar, yataklar vs. vs. aklınıza gelebilecek her türlü ev eşyası taranmış vaziyette…
 
Bir anne çocuğunun fotoğrafını gösterdi. Kürtçe 'bak bak bunu öldürdüler işte, kucağımdaydı, balkondaydık… Xwedé nehéle …' dedi.
 
Bir küçük çocuk, oldukça zayıf, duvar diplerinden yürüyordu… Çok ürkekti, korktuğu çok açık bir şekilde hissediliyordu. Gittim yanına, gel bakalım dedim. Başı sargılıydı, konuşmuyordu. Yanındakiler çok korktu, konuşmuyor dediler. Kafasına havan mermisinin yıktığı duvar parçaları isabet etmiş…
 
9-15 yaşları arasında bir grup çocuk birlikte dolaşıyorlardı. Sokaklardan topladıkları boş kovanlarla oynuyor gibiydiler… Bu çocuklar savaşla o kadar iç içeler ki...
 
-Okula gidiyor musun? dedim Baran 'a.
-He. 
-Ne olacaksın Baran?
-Dağa çıkacam, şimdi almıyorlar yaşın az dediler.
-Kaç yaşındasın?
-15.
-Öldürülürsün.
-Bizi burada da öldürüyorlar...
 
Baran, 15 yaşında bir genç… Ne aşka ne yaşama dair bir hayali yok… Şu anki tek hayali bölgedeki birçok genç gibi Dağa çıkmak… O Cizre'de kalırsa öldürüleceğini düşünüyor. Haksız mı….???
 
Peki ya BİZ'ler Baranların, Mehmetlerin, Jiyanların, Hejaların ölümlerine DUR demeyecek miyiz…???
 
Güzelim gökyüzünün altında bu kadar kötü insan yaşarken yaşam dolu gençlerimiz neden bir bir soluyor diye sormayacak mıyız?…
 
Televizyonda Cizre'de, Nusaybin'de, Silvan'da, Silopi'de, Sur'da sokağa çıkma yasağı filmi gösterimde! Sinemalarda ise Ankara katliamı!
 
İyi seyirler güzel ülkemin insanları…
 
 
*Avukat