Biz ne zaman bu kadar kötü insanlar olduk?
Kadının Kaleminden
Hürrem Sönmez
Önce söz vardı ya artık ne sözün ne de yazının bir kıymeti kaldı. Fotoğraflar anlatır oldu hikayelerimizi memlekette nicedir. O fotoğraflardan nefrete bulanmış bir kötlülük akıyor kendi küçük hayatlarımıza.
Bütün bu gördüklerimizden sonra normalleşebilmek, normal insanlar gibi hayatımıza devam edebilmek mümkün değil, edemiyoruz da zaten. Çünkü biz hastalandık ve bir türlü iyileşemiyoruz, hastalığımız sandığımızdan eskidir belki ama ‘normal’ mefhumunun ve normal karşılar olduğumuz hadiselerin dahi anormalleştiğini kavramaktan uzak bir yerdeyiz artık.
Ölülerden de intikam alıyorlar
Peki biz bu ülkede yaşayanlar ne zaman bu kadar kötü insanlar olduk? Hep mi böyleydik, yoksa kötücüllüğün bunca kudreti karşısında, fark etmediğimiz bir salgın hastalık gibi mi yayıldı kötü kalplilik?
Toplumun derininde en marazi ne varsa onu bulup çıkaran ve hakimiyetini o arızayla inşa eden bu iktidar yönetiminde geçen yıllar boyunca içimizde insanlığa dair, iyiliğe, umuda dair her ne var idiyse yanıp kül oldu sanki. Devletiyle milletiyle güç birliği yapmış, aldığınız nefesi zehir etmeye yeminli görünenler dirilere dünyayı dar etmekle yetinmiyor, ölülerden de intikam alıyorlar her gün.
Lanetlenmişiz sanki
Bundan 30-40 sene sonra çoğumuz bu dünyadan göçüp gitmiş olacağız. Olan bitenin sonuçlarını yazacak tarih. Diyecek ki: Şu kadar yıl süren savaşın sonunda şu kadar bin insan ölmüştür, bu kadar bin insan göç etmek zorunda kalmıştır, şu kadar şehir yıkılmıştır… Tarihçiler başlangıcı, bitişi ve istatistik verileri yazmayı sever, oysa insanlığa dair her şey aradaki teferruatlardadır, tarih kitaplarında anlatılmayacak olan tüm acılar, sayılar dışında kalan her şey.
Sözün de yazının da bir hükmü, kıymet-i harbiyesi kalmamış. Zira Truva savaşının kör kâhini Kassandra gibiyiz, lanetlenmişiz sanki.
2015 senesi Türkiye’sinde birileri dur durak bilmeksizin yalanlar üretiyor, bir yalanın vadesi dolduğunda diğerine sarılıyor, fotomontaj diyor mesela, sonra paralel komplosu diyor, olmadı mı bu defa bağırıyor olanca şirretliğiyle: “Kendileri yapmıştır.” Bu kadar musibetin içinde hiçbirimizin günahsız kalabilmesi mümkün değilken, her hadisede daima günahsız ve hatta mağdur olan, masumiyeti ve sorumsuzluğu tartışmasız bir siyasi iktidar var o birilerinin fantastik dünyasında.
Her şeye inanmaya hazır bir kitle
Memleketin en tanınan gazetecilerinden biri evinin önünde dövülüyor. Utanmadan yalanlar sıralıyor, dövenler şu partiliymiş yazabiliyor kendisine medya diyen paçavralar. Kendileri yaptırmıştır diyebiliyorlar ya da. Yani o gazeteci kendi burnunu kırdırıyor adam tutup.
Sırf iktidara zarar vermek için Kürt halkı kendi çocuklarını öldürüyor, hatta öldürmekle yetinmiyor iyice zorda kalsınlar diye cesetlerin çırılçıplak bırakıldığı, yerlerde sürüklendiği fotoğraflar montajlayıp servis ediyor basına.
Ve bütün bunlar olurken her şeye inanmaya hazır bir kitle var hazırda: Kabataş fantezilerine inanıyorlar, gencecik bir çocuğun dövüldüğü için değil duvardan düştüğü için öldüğüne inanıyorlar, birilerinin muktedirlerine zarar vermek için durmaksızın komplo tezgahladığına inanıyorlar. Çünkü onlar hayatlarını düşünmek ya da sorgulamak değil ‘inanmak’ alışkanlığı üstüne kuruyorlar.
Hatırlamak ve anlatmakla geçireceğiz kalan ömrümüzü
Düşünen ve sorgulayanların ise ellerinde kalan tek şey ‘hatırlamak’ artık. Tutunacak dalımız bu olduğu için, hatırlamak ve anlatmak zorunda olduğumuz için tekrar tekrar yazıyor, söylüyoruz. Bu yaşadıklarımız tarihe not düşülsün diye. Maruz kaldığımız, şahit olduğumuz bütün bu kötülükler unutmak denen kara deliğin içine çekilip gitmesin diye.
Hafızasını elinden aldığınızda insandan geriye bir şey kalmaz, tıpkı insan gibi toplumu da toplum yapan müşterek hatırâtıdır. Ve ne yazık ki bizim toplumumuz 100 yıldır aynı hadiseleri farklı farklı hatırlamakla mâlüldür. İşte bu yüzden sözün, yazının hiçbir hükmü, dinleyeni kalmasa dahi, gerçeğin itibarı gereği, hatırlamak ve anlatmakla geçireceğiz kalan ömrümüzü.
‘Unutmayacağız’
2015 senesi Türkiye’sinde kamu görevlisi sıfatı taşıyan birileri bir insanın ölü bedenini polis panzeri arkasına bağlayıp caddelerde sürükledi. Küfürler ederek kaydettiler ‘zafer turlarını.’ Bastonuyla yürüyen yaşlı bir adamın üstüne bilerek isteyerek gaz bombası atıldı. Evinin kapısında bir insan öldürüldü. Kameraların karşısında bir gazetecinin kafasına silah doğrultuldu.
2015 Türkiye’sinde bir aile sırf evladının bir mezarı olsun diye Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Ve o mahkeme ‘Maddi ve manevi bütünlüğü ihlal yoktur’ diye karar verdi.
2015 senesi Türkiye’sinde her gün savaş suçu işleniyor. 2015 senesi Türkiye’sinde milyonlarca insan her gün bu suçlara tanıklık ediyor.
Bizim ise tek bir sözcük dökülüyor dilimizden böyle vakitlerde: “Unutmayacağız.”
‘Müzik Kutusu’ndaki o sahne
Ünlü yönetmen Costa Gavras’ın 1989 yılında çektiği filmi ‘Müzik Kutusu’, genç bir kadın avukatın, II. Dünya Savaşı sırasında, Nazilerle işbirliği yaparak Yahudi soykırımına katıldığı öne sürülen babasını temize çıkarmak için verdiği hukuk mücadelesini anlatır. Macar asıllı Amerikalı avukat, o korkunç iddianın tamamının babasına husumet besleyen komünist rejimin komplosu olduğuna tüm kalbiyle inanır. Avukatlık mahareti ve savunma sanatının tüm incelikleriyle davayı kazanır, babası aklanmıştır.
Lakin bir müzik kutusu içine gizlenmiş fotoğraflarla gerçekler gelip bulur onu. Babasının öldürdüğü çocuklar, tecavüze uğrayan kadınlar, Tuna Nehri’ne atılan yaşlılar, tüm gerçekler avuçlarının arasındadır olanca korkunçluğuyla. 40 yıl boyunca onurlu ve saygın bir vatandaş olarak yaşayan, iyi bir baba, sevgi dolu bir dede olan babasının cani ruhlu bir savaş suçlusu olduğu gerçeğiyle yüzleşir.
O filmde bir sahne vardır, soykırımdan sağ kalan tanıklardan birine avukat sorar: “Nasıl eminsiniz bu kişinin o olduğuna?” Şöyle der tanık: “Ben 40 yıldır gözümü her kapattığımda o yüzü hatırlıyorum.”
Barış ve kardeşlik ikliminin, bizden sonra tesisi için
İşte bugünlerin kimi çocukları da, gözlerini her kapattıklarında bazı yüzleri ve hadiseleri hatırlayacaklar önümüzdeki 40 yıl boyunca. Ve bir kısmımız bu dünyadan göçmüş olsak da, yalanlar ne kadar güçlü olursa olsun o müzik kutusundan saçılan fotoğraflar gibi dökülecek bazılarının avuçlarına gerçekler bir gün.
Onurlu bir vatandaş, harika bir baba, şahane bir dede, gerçek bir vatansever olduğunu düşündükleri insanların işlediği günahlarla yüzleşecekler. Tarihimizde pek örneği olmasa da, temennim odur ki, “Babam canavar ruhlu bir katilmiş” diyecek kadar gerçekle yüzleşebilecek birileri çıksın o günler geldiğinde, hiç olmazsa gelecek kuşakların huzuru için. Bizim günden güne umudumuzu yitirdiğimiz bir barış ve kardeşlik ikliminin, hiç olmazsa bizden sonra tesisi için.
diken.com.tr'den alınmıştır