Barışta ısrar etme borcumuz var halklara
Kadının Kaleminden
Hürrem Sönmez
Defterimin arasında bir iğde dalı buldum, mayıs ayındaki yolculuktan kalmış. Cizre’deki Mem û Zin türbesini ziyaret etmiştik, yukarıdan Cizre’ye bakmıştık, mevsim bahardı, o günden bir iğde çiçeği saklamışım Cizre’nin ağaçlarından…
Uzun ve sancılı bir yaz girdi araya, yaz gibi olmayan bir yaz. Zira memleketin batısında doğup yaşayanlar için yaz mevsimi masa örtüsündeki karpuz lekesine, ayağımızdaki terliğe, evlerdeki patlıcan biber kızartmasına karşılık gelen bir şeydi. Plajlarda hit olacak, hiç bilmeseniz bile maruz kalacağınız saçma pop şarkıları eşliğinde, asıl bunaltıcı şeyin sıcak değil nem olduğunun konuşulduğu, o miskin ve mânâsız yaz günlerine, hasretlik çekeceğimizi pek de düşünmemiştik elbette.
Yapış yapış bir balçık gibi
Suruç’ta gençler katledildi önce; Türkiye’nin farklı yerlerinden aynı amaç için bir araya gelmiş, masum insanlar yok edildi.
Sonra kendisini bir savaşın içinde bulan, ölü sayısı takip eden insanlara dönüştük yeniden; her gün yeni çatışma haberlerine uyandık. Sokağa çıkma yasakları, sokak ortasında sürek avına çıkan keskin nişancılar, kafasından vurulmuş çocuklar…
Hızlandırılmış ve yoğunlaştırılmış bir faşizm nedir programındaydık sanki.
Sahillerimize ölü çocuk bedenleri vurdu sonra, savaşın ve çaresizliğin evinden yurdundan uzaklara savurduğu insanların fotoğraflarına baktık; sağ kalanların yaşadığı eziyete, ölenlerin ardında kalan can yeleklerine…
Kalbimizi sıkıştıran bir kuyu halkası, saplanıp kaldığımız yapış yapış bir balçık gibi geçti yaz.
Eylül geldi sonra, memleketin belirli gün ve haftalar listesinde kapanmayacak yaraların hiç az olmadığı bir ay. 6-7 Eylül’ü ayrı, 12 Eylül’ü ayrı utanç olsa da sonbaharın habercisi bir güzel ay…
Bir başbakan, bir başsavcı, bir baro…
Biz daha barışa vesile olsun demeye kalmadan, tüm sözler boğazımıza düğümlendi. Kin ve nefret salındı sokaklara, binalar yakıldı yıkıldı. Cizre’de binlerce insan sekiz gün boyunca ateş altında kaldı, hastalar ve yaralılar hastaneye götürülemedi, ölülerini bile gömemedi Cizreliler günlerce. 22 insan öldü ve o sıralarda başbakan açıklama yapıyordu, “Cizre’de tek bir sivil bile ölmemiştir” diye. El kadar bebekten, kadınlara yaşlılara kadar ölenlerin hiçbiri sivil değildi demek başbakana göre.
Cizre’de bunlar olurken, İstanbul Adliyesi’nde yapılan törende cumhuriyet başsavcısı açıklama yapıyordu: “60 yaşındayım çağırırlarsa gider savaşırım.” Başsavcı beyin kendi hayatı kendi kararı elbette, o hayatı neye vakfedeceği de kendi bileceği bir mesele. Siyasetçilerin ve gazetecilerin (?) savaşa övgü düzmesine, şehadet şerbeti içme sevdasına aşinaydık nicedir. Lakin savaşmaya hazır bir başsavcı şaşırtıcıydı bizim için. Çünkü adaleti sağlamakla görevli insanlar savaşı değil barışı, ölümü ve öldürmeyi değil yaşam hakkını yüceltirler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar. ‘Adalet savaşçısı’ şiddetin ve çatışmanın değil, uzlaşmanın savunucusudur daima.
Oysa Cizre’den günlerce feryatlar yükselirken, insanlar, “Ölüyoruz sesimizi duyun” derken bu memleketin binlerce savcısından bir tanesi bile Cizre’de ne olduğunu merak etmedi. Bir halkın yaşam hakkını ve cümle özgürlüklerini ihlâl edenler hakkında bir kelâm etme ihtiyacı duymadı. Bu ülkenin binlerce savcısından hiçbiri, “Bu memlekette hukuk var, demokrasi var, burası bir hukuk devletidir” deme gereği duymadı. Adalet o kadar uzak bir ülkeydi demek, duyduğumuz tek cümle “Savaşmaya hazırım” oldu.
Öte yandan sadece savcı bey değildi galiba böyle düşünen. Zira memleketin en büyük barosunu temsil edenler de iktidarın savaş politikalarına karşı ses çıkarmak bir yana dursun, yaptıkları açıklamalarla destek çıktılar. Savaş senaryoları devreye sokulurken 1930’ları özleyenler, 1920’leri yaşıyormuşuz gibi açıklamalar yaptılar. Memlekette bunca şey yaşanırken sesini dahi duymadığımız İstanbul Barosu ortaokul inkılap tarihi kitabı düzeyinde cümlelerle ‘kutsal devlet’e sadakatini bildirdi.
Hukuku savunanlar daima olacak
“Savaşmaya hazırım” diyen savcılara, zamanında, “Önceliğim adaleti sağlamak değil, devleti korumaktır” diyen yargıçlara, ülke yangın yerine dönerken kılını kıpırdatmayan baro yönetimlerine rağmen hâlâ barışı ve adaleti savunan hukukçular var bu topraklarda. Bir halkın çığlığını onlar duydu, Türkiye’nin pek çok şehrinden yüzlerce avukat Cizre’ye gitti, yolları kesildi, izin verilmedi, barikatlar kuruldu, onlar vazgeçmedi.
Bu ülkede muktedire karşı ezilenin ve haksızlığa uğrayanın hukukunu savunanlar daima olacak çünkü bu ülkede hafızası ve ilk hatıraları devlet zulmüyle başlayan çocuklar var; kafalarına nişan alınan, yaşıtlarının toprağa verilmesine tanıklık eden, günlerce evinin içinde patlama seslerini dinleyen, susuz ekmeksiz bırakılan…
O çocuklar büyüyecek. “Ben yaşlıyım bana kimse bir şey yapmaz” dedikten sonra başından vurulup ölen 75 yaşındaki Mehmet Erdoğan’ı, ölüsü günlerce dondurucuda bekletilen 13 yaşındaki Cemile’yi, kalbinden tek kurşunla vurulan 14 yaşındaki Bünyamin’i, 35 günlük bebek Muhammed Tahir’i, hepsini hatırlayacak. Sadece bugünü değil 100 yıldır Dicle’ye karışan acıyı bilerek büyüyecekler.
Barışta ısrar etme borcumuz var
Diken’deki yazar arkadaşım Murat Sevinç çok güzel yazmış bugün; “Çünkü burası bizim toprağımız. Çünkü birlikte yaşadığımız insanlar halkımız. Çünkü onlara borcumuz var.”
Evet, benim en az bir iğde dalı kadar borcum var Cizre’ye…Ve barışta ısrar etme borcumuz var bizim halklara.
diken.com.tr'den alınmıştır