Suffragatte: Onlar senin izinden gelecek olanların ayak sesi...

09:09

Ceren Karlıdağ\ JINHA

İSTANBUL - Yönetmenliğini Sarah Gavron'ın üstlendiği Diren filmi, erkek egemen sistemin kadına yönelik değişmeyen zihniyetini dünden bu güne beyaz perdeye taşıyor.

Sarah Gavron'ın yönetmenliğini üstlendiği Diren (Suffragatte) isimli film, gittikçe acımasızlaşan erkek egemen devlet sistemine karşı kadınların oy hakkı mücadelesini beyaz perdeye taşıyor. Mücadelenin 1912'lerin Londra'sındaki kesitine ışık tutan film, kadınların bugün dahi duymaya aşina olduğu, "Kadınların oy kullanmasına izin verirsek sosyal yapımızda bozulma olur", "Kadınlar, babaları, ağabeyleri ve kocaları tarafından gayet iyi temsil ediliyor" gibi konuşmalarla başlıyor. Kadınların bu söylemlere cevabı ise net: "Eğer kanunlara saygı duymamızı istiyorlarsa, saygı duyulabilir kanun yapmaları gerekiyor."

Maud Watts'ın adım adım direnişi

Film o dönem mücadelenin öncü kadınlarından olan Pankhurst, Edith Garrud veya Emily Davison'ın değil hayatı boyunca bir çamaşırhanede çalışmak zorunda kalmış Maud Watts'ın adım adım mücadeleye katılışı üzerinden ilerliyor. Çocuk yaştan itibaren çalışmak zorunda kalan, emeği ve bedeni istismara uğrayan, süfrajet olarak tanımlanan kadınlarla tanışana kadar oy hakkına sahip olabileceğini hiç düşünmemiş olan Maud'un yaşadığı dönüşüm, üst ve orta sınıf kadınların başlattığı bu hareketin emekçi kadınların fedakârlıkları ile örüldüğünü hatırlatıyor. Böylelikle hem erkekler tarafından kadınların arasına ekilmeye çalışılan karaçalıların nasıl kuruduğunu, hem yalnızca kadın olmanın ortaklığı ile dahi neler yapılabildiğini hem de izlediğimiz Maud'un etrafımızdaki binlerce Maud'dan biri olduğunu fark ediyoruz. Maud'un mücadeleye katılımı teorilerin pratiklerle anlam kazandığını bir kez daha gözler önüne sererken, mücadeleye katılım süreci ise elbette ki kolay olmuyor.

Taşları politikleştiren kadınlar…

Kadınların Sosyal ve Politik Birliği (Women's Social and Political Union/WSPU) aktivisti kadınların barışçıl yollar ile yürüttükleri oy hakkı mücadelesi, devletin ikiyüzlü taktiklerine takılması ile radikalleşmeye başlıyor. Kadınların "Zafer bizim olacak" sloganları ile vitrin camlarını taşlamalarına tanıklık eden Maud, adeta taşlardan birini de kendi yaşamına yiyor. Bundan yıllar sonra Ulrike Meinhof'un da diyeceği gibi "Bir taş atılırsa, bu cezalandırılması gereken bir davranıştır; bin taş birden atılırsa bu politik bir eylemdir." Taşları politikleştiren kadınlar, olaya tanıklık eden Maun'un da bu zamana kadar sürdürmek zorunda kaldığı köleci yaşamda dönüşümlere sebep oluyorlar. Ardından gelen tutsaklık, işkence ve darp bugün hala eylemlerde hamile kadınları tekmeleyerek bebeklerinin düşmesine sebep olan devletin acımasız yanının bir nebze bile örselenmediğini gözler önüne seriyor. Hatta öyle ki devlet kadınlara en büyük cezalarını yine eşlerinin vereceğini de biliyor. Eylemlerde yakalanan kadınlar tutsak edilmek yerine eşlerine teslim ediliyor. Bu teslimiyet aslında binlerce yıllık bir teslimiyetin yansıması olarak vücut bulmakla birlikte, eş figürünün aslında ev içindeki devlet mekanizması olduğu bir kez daha kanıtlıyor.

'Kendi çapınızda hepiniz militan olun'

Filmin başından sonuna kadar duyduğumuz "Laf değil icraat" sloganı da aslında kadınların radikal eylemler gerçekleştirmesini meşru bir zemine oturtuyor. Öyle ki barışçıl yolların tek tek kapatıldığı, kadınların direnişinin erkek kahkahalarına meze yapıldığı, mücadele eden kadınların 'deli' denilerek dışlandığı bir süreçte laftan daha fazla icraat ortaya koymak da yine direnen kadınlara düşüyor. Pankhurst'un bugün de geçerli olan "Kendi çapınızda hepiniz militan olun. Camları kırabilenler kırsın, ileri gidip mülkiyetin kutsal putlarına saldırabilenler saldırsın. Bu hükümete meydan okumaktan başka çaremiz kalmadı" sözlerinin ardından yapılan eylemler, bugün saraylarına milyon dolarlar harcayan fakat kadın sığınma evlerini kapatan siyasetçilerin şatafatlı hayatlarını başlarına yıkmak hissini yeniden yeniden uyandırıyor.

Suskunluğu Emily Davison'un fedai ruhu bozuyor

Devletin ve toplumun kadınlara yönelik şiddeti arttıkça sanki içinizden "Yaşasın özsavunma hakkımız" sloganları yükseliyor ve filmdeki kadınlar da bu slogana cevap verircesine kendi aralarında yaptıkları özsavunma dersleri ile karşılıyor sizi. Direniş büyüdükçe, tacizciler küçülüyor, kadınlar devlete korku salıyor. Direnişçi ruhun dalga dalga yayılmaması için basın susturuluyor veya itibarsızlaştırma aracı olarak kullanılıyor. Bu suskunluğu ise Emily Davison'un fedai ruhu bozuyor.

'Onlar senin izinden gelecek olanların sesi'

Kuşkusuz filmin en önemli kısmı ödenen tüm bedellere, kırılan tüm zincirlere rağmen bir zafer sahnesi ile bitmiyor oluşu. Emily Davison'un gerçek cenaze görüntüleri ile kapanan film "Ne duyuyorsun? Ayak sesleri duyuyorum. Onlar, senin izinden gelecek olanların sesi" sözleri ile son buluyor. Film 1912 Londra'sında haklı bir davayı anlatsa da onların izinden gidenlerin ayak sesleri yankılanmaya devam ediyor. Dün İngiltere'de oy hakkı için direnen kadınlara işkenceler yapılırken bugün özyönetim alanlarında kadın özgürlük paradigması ile yeni yaşamı ilmek ilmek ören Sêvê, Pakize ve Fatma katlediliyor. Sakine'nin izini süren Sêvê, Seve'nin izini süren milyonlarca kadının yürüyüşü ise devam ediyor.

(mg)