DOSYA HABER Yazdır Kaydet

No al olvido: 'Unutmaya hayır' (2)

Dosya Haber
Kasım 09 / 2015


 
Sürekli travmaya uğratılan toplumda nesillerarası 'iyileşme' beklemek zor
 
Sibel Yükler/JINHA
 
ANKARA  - Dersim'deki bir fotoğraf karesiyle Ankara katliamındaki bir fotoğraf karesi birleştiğinde, ya da Çorum katliamının dava süreci ile Cizre kayıplarının dava sürecindeki adaletsizlik yan yana geldiğinde farklı olanın yalnızca tarihsel ayrılık olduğunu görmek, geçmişle yüzleşmemenin ve hesaplaşmamanın bir sonucu aslında. Devlette devamlılık esas ise, tarih tekerrüden ibaretti.
 
Peki bunca katliamı yazıp çizerken olayların asıl öznesi olan tanıklıklar ne diyordu? Psikologlar, toplumsal travmalarla yüzleşmeden iyileşmenin mümkün olmadığı gibi, sonraki kuşakların omuzuna bir yük olarak taşınabileceğini belirtiyor. Sürekli devlet ve aygıtları travmaya uğratılan bir toplumun nesiller ve nesillerarası sürecini tanıklıklar ve psikologlar anlatıyor.
 
Yüzleşmeler, katliamlar, hesaplaşmalar konusunda yıllardır yazılar ve haberler hazırlanıyor. Geçmişte yaşanan büyük acıların ardından nasıl oluyor da hala dirençli kalabildiğimizi düşünüyoruz. Aslında esas sorumuz öznenin ta kendisine yöneltilmeli: Tanıklıklar.
 
Dosyanın ilk haberinde akademisyen Esin Gülsen, hakikatlerin ve adalet sürecinin bireysel ve toplumsal travmanın aşılması, insanların birlikte yaşadıkları insanlara yeniden güvenmesi ve bir arada yaşamın mümkün kılınması anlamında önem taşıdığını belirtiyordu.
 
Yüzleşme ve hesaplaşma konusunda bizzat olayın mağdurları ne düşünüyorlar? Kaç kişi öldü, kaç kişi yaralandı sorusuna cevaplar ararken gerçek insanların başına ne geldi, insanlar bununla yaşamaya nasıl devam ediyorlar? Tanıklıklar; aslında yalnızca o gün neler yaşandığını değil, sonraki dönemlerde yaşanan diğer olaylarla bağlarını da ortaya çıkarmayı sağlıyor.
 
'Yüzleşme gerçekleşmediği için bu topraklarda Ermeni öldürmek serbest'
 
AGOS gazetesi genel yayın yönetmeni Yetvart Danzikyan,  Türkiye'de ne zaman Ermenilere ve tarihe ilişkin bir tartışma başlasa, Ermenilerin başlarına bir iş gelecek diye korktuğunu belirtmişti. Cumhurbaşkanının deportasyon lafını söylemesinin, kendini anlatmaktan çekinen Türkiye'deki Ermenileri baskı altında tuttuğunu söyleyen Yetvart, "Türkiye Cumhuriyeti, soykırım tanımını kabul etmese de artık 1915'te Ermenilere bir kötülük yapıldığını kabul etmesi gerekiyor. Bu sayede toplumun geneline yansıyan bir yüzleşme sağlanabilir" demişti.
 
Nor Zartonk'tan Sayat Tekir ise, "100 yıl önce bir soykırım gerçekleşti ve bununla yüzleşilmedi. Bu yüzleşme gerçekleşmediği için bu topraklarda Ermeni öldürmek serbest oldu. Önümüzde Hrant Dink, Sevag Balıkçı ve Maritsa Küçük cinayetleri var. Bu insanların katiller hala dışarıdalar" diyordu.
 
'Adam kalmadı Dersim'de, üzüntü mü duyacağız?'
 
1938'tek Dersim katliamındaki bir asker de, öldürmekten çekinmeyişini anlatırken, bir katliamın nasıl gerçekleştiğini de şöyle açıklıyordu: "Harbe gideceğiz dediler. Harbe gidiyoruz, ne için gidiyoruz? Adam vurmaya. Ne kadar adam vurduk biliyor musun? Adam kalmadı, öldü Dersim'de. Çok öldü. Ölenin sayısını mı bileceğim? Ne üzüntü duyam ölenlerden dolayı. Öldürmeye gidiyoruz, üzüntü mü duyacağız?"
 
Dersim'den Ankara'ya: Bize niye kıydınız?
 
Dersim katliamında 4 kız kardeşi ile iki erkek kardeşini kaybeden Efo Bozkurt verdiği söyleşide, "Bizi niye kırdınız? Suçumuz neydi?" demişti. Aradan 77 yıl geçti ve Ankara'nın göbeğinde patlayan bombanın ardından bir kadın şöyle ağlamıştı: Biz, kime ne yaptık? Bize niye kıydınız?
 
'Çorum'da herkes suçlu'
 
İnsanlar katliamları yaşadıkları yerlerde nasıl yaşıyor sorusuna ise Çorum katliamı tanıklarından biri, olayların faillerinin bilindiğini, kendilerinin de tanıdığını ancak yapacak bir şey olmadığını söyleyerek cevap veriyor ve ekliyor: Çorum'da herkes suçlu. Bir başka Ermeni tanık ise, "'Bütün yapılanlardan özür diliyoruz' diyebilse Türk küçülür mü? Koca Türkiye Cumhuriyeti küçülür mü?" diyordu.
 
Çorum tanıkları halkın Maraş olaylarından dersler çıkararak direndiği belirtiyor. Ancak o saldıran güruhun içinde askerlerin de olduğunu söyleyenler, saldırmadıklarını, ancak müdahale de etmediklerini belirtiyor.
 
12 Eylül'den 90'lara: Kürtlerin hayatı hep böyle geçti
 
Cumartesi Annesi Döndü Ergin ise, 12 Eylül'ün Cizre'de devam ettiğini belirtiyordu. Döndü, "Barış sokaklarda kazanılır, birlik olalım. Biz barış için direneceğiz" derken, Berfo Ana'nın oğlu Mikail Kırbayır ise, Kenan Evren için, "Eğer musalla taşına yakın bir yerde olsaydık, o bir insanlık suçlusudur diye haykıracaktık" diyordu.
 
Roboski'de katledilen Salih Ürek'in annesi Emine Ürek'in söyledikleri ise, hem düne hem de bugüne koca bir ayna tutuyordu: "Kürtlerin hayatı hep böyle geçti. Benim babama 80'li yıllarda asker tarafından dişleri sökülerek işkence edildi, çukura atıldı. Kocam mayına bastı bacağını kaybetti. İki amcam yine mayında kolunu bacağını kaybetti.  Yetmedi bu devlete. Yetmemiş ki 34 insanımızı da yok ettiler. Daha da bitmedi biz özgürlüğümüzü kazanıncaya dek, bizi öldürmeye devam edecekler. Biz bu duyguyla yaşıyoruz."
 
'Ben sizin öldürdüğünüz adamın oğluyum'
 
Cizre'de 1993-95 yıllarında zorla kaybedilerek öldürülen Abdullah Özmen'in oğlu Abid Özmen ise, "Bu ülke önce geçmişini temizlemeli. TC Başbakanı utanmadan Toroslardan bahsediyor. Bu ülkede adalet olsaydı bu sözlerden bahsedilmezdi. Bu davadan da beraat çıkarsa bu ülke yüzyıllarca bu utançlar karşı karşıya kalacak" diyordu.
 
Mehmet Ağar, Korkut Eken'in gibi isimlerin ölümüne sebep olduğu 19 kişiye ilişkin açılan dava da hala 'yargılanamayan' davalar arasında. Bir duruşmada, faillerden biri salondaki avukatın sorgulamasında soğuk terler dökerken, 'sen kimsin' demişti karşısındaki avukata. "Ben sizin öldürdüğünüz adamın oğluyum!" demişti Yusuf Ekinci'nin avukat oğlu babasının katiline.
 
Yaralar kapanır mı?
 
Hafıza Kaydı'nın Çorum belgeseli 'Kabuk'da ise, katliamda öldürülen Alevi Dedesi Veli Solmaz'ın kızı Namie Nayman, Türkiye'de yaşanan ve toplumsal travma haline gelen tüm katliamları ve cinayetleri şöyle özetliyordu: "Kerbela'nın yarası kapanmadı. Tarihte yapılan hiçbir katliamın yarası kapanmadı. Bunlar kabuk bağladı."
 
Tüm bu anlatılanlar toplumsal travmaya işaret ediyordu. Peki onca travmadan iyileşerek çıkabilmemiz mümkün müydü? Psikologlar, toplumsal travmalarla yüzleşebildiğimiz ölçüde, ' toplumsal iyileşebilmenin' mümkün olabileceğini söylüyor. Değilse, yüzleşme 'tamamlanmamış bir iş' olarak kalabilir ve bizden sonraki kuşakların omuzuna bir yük olarak taşınabilir.
 
 
'Toplumsal felaketin travması atlatılacak bir travma değil'
 
Leuven Üniversitesi'nde Sosyal ve Kültürel Psikoloji alanında, kültürleşme ve benlik süreçleri konusunda doktora adayı olan Canan Coşkan bu durum için, "Sürekli devlet, aygıtları ve aracıları tarafından travmaya uğratılan bir toplumun belli ki ne bir nesilde ne de nesillerarası süreçte 'iyileşmesi'nden bahsetmek sanıyorum ki gerçekçi olmayacaktır" diyor. Toplumsal felaketin travmasının atlatılacak bir şey olmadığını söyleyen Canan, bunun belleğin, benliğin ve ihtiyaç duyuluyorsa grup kimliklerinin birer parçası haline gelen olumsuz yaşamsal bir deneyim olduğunu belirtiyor.
 
Canan, adaletin tecelli etmediği, şahitliklerin meşru görülmediği ve yaşam hakkının ihlal edildiği bir düzende kolektif hesap sorma ve hak talebi ifadeleri devam ederken toplumsal travmanın kritik etkilerinden kısmen uzaklaşmanın mümkün olmadığını dile getiriyor.
 
'Adalet sistemimiz travmaların aşılmasına cevap vermiyor'
 
Jacobs University Bremen'de politik psikoloji alanında doktora adayı olan Melis Uluğ da, travmayı kabul aşamasından sonra kızgınlık ve adalet arama süreçleriyle daha iyi başa çıkılabilmekte olduğunu belirtiyor. Melis, "Bu noktada elbette ki düzgün işleyen bir adalet sisteminin önemi çok büyüktür ve şu haliyle adalet sistemimiz, toplumsal travmalarımızın aşılması ihtiyacına işlemediği için dolayısıyla cevap verememektedir" diye konuşuyor.
 
'Toplumsal felakette sürecin mesuliyeti devlettedir'
 
Psikolog Dilara Gürcü ise, toplumsal felaketlerle ve sonrasında yaşanan yas süreci ile başa çıkmanın herkese göre farklı bireysel yolları olsa da, böyle durumlarda birincil mesuliyetin devlette olduğunu belirtiyor. Toplumun can sağlığından olduğu gibi psikolojik sağlığından da devletin sorumluğu olduğunu kaydeden Dilara, "Ankara katliamından sonra gördük ki ne yeterli bir acil durum müdahalesi oldu, ne de kriz yönetimi gerçekleştirildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu durumda tamamen yetersiz kaldığı için görev her zaman olduğu gibi STK'lara ve meslek odalarına düştü" diyor.
 
Ankara Katliamı, Suruç katliamı ya da son 20 yılda yaşanan büyük çapta kayıpların sürekliliği, yas ve acı zamanını azalttığı için bir hissizlik oluşturur muydu? Canan bu soruyu, "Katliamların kendisi değil fakat özellikle otoritelerce bu katliamlara nasıl cevap verildiği, otoriteyi önemseyenlerin bu cevapları ne oranda içselleştirdiği toplumsal hissizleşmelere neden olabilir" diye yanıtlıyor.
 
Toplumsal belleğin oluşmasındaki imkansızlık
 
"Gerçek anlamda olmasa da, bu adalet beklentisi karşılanmadığında katliamdan etkilenenler kendi toplumsal belleklerini oluşturmaya girişirler. Anmalar bunun bir yoludur" diyen Canan, şunları ekliyor: "Fakat Türkiye'de adalet duygularının kısmen tatmin edilmesi için herhangi bir otorite adımı atılmadığı gibi toplumsal bellek oluşması için ne gereken alan ne de gereken zaman katliamdan etkilenenlere sağlanmaz. Etkilenen bireyler ve gruplar toplumsal seviyede kendi travmalarıyla baş başadır. Bu haliyle toplumsal belleğin oluşması imkansızlaşır."
 
'Hissizleşmeyi sağlayan devlettir, devam ettirense bireylere işlemiş önyargılar'
 
Canan, HDP, Suruç ve Ankara katliamı ve her gün yenisi eklenen ölümlerin insanlarda ölümlere karşı bir hissizlik yaratmış gibi göründüğünü, ancak katliamlar ve katliamlar sonrası yaşananların herkesin kolektif hafızasına eklendiğini belirtirken, "İyi ki ölmüş, oh olsun!" denilebilecek raddede insandışılaştırıcı tepkilerle katliamların karşılanması gurplararası diyaloğun tamamen yok olduğunu, birlikte yaşamın imkansızlaştığını gösterir. Gruplararası ilişkilerin bu kadar gerilmesi ancak devlet/otorite eliyle sağlanabilir. Yani bu hissizleşmeyi sağlayan devlettir, devam ettirense bireylere ve topluluklara işlemiş önyargılardır. Katliamı yaşayan grubun insani boyutlarda diğer gruplar tarafından desteksiz bırakılması hissizleşmeyi değil fakat yine toplumsal bellek bozukluklarını/kırılmalarını arttırır" diye konuşuyor.
 
Dilara ise, Elif Şafak'ın Financial Times'daki makalesinde yer alan, "Beraber yas tutamayanlar, beraber bir gelecek inşa edemezler" sözüne atıfta bulunarak, toplumsal bölünme ve kutuplaşmanın yoğun olarak yaşandığı Türkiye'de, hiçbir katliamda beraber yas tutulamadığına dikkat çekiyor.
 
'Coğrafyanın büyük kısmında belirli "ulus"al tabular aşılıyor'
 
Peki, bu travmaların bireyde ve toplumda etkileri, çözülmeleri ve yüzleşmenin iyileşmeye katkısı nasıl gerçekleşir? "Bulunduğumuz coğrafya üzerinden konuşursak, tarihsel süreç anlamında, kesitsel olarak çok acı dönemlerin birinden geçiyoruz fakat boylamsal anlamda coğrafyanın büyük bir kısmında ilk defa belirli "ulus"al tabular aşılıyor" diyen Canan'a göre, Ermeni Soykırımı uzun yıllardır sadece diyasporanın dile getirmekle yükümlü kaldığı bir insanlık suçuyken Dink'in katlinden evvel başlayan süreçte bu sorumluluk farklı ötekiler tarafından da taşınmaya başlanan bir sorumluluk haline geldiğine dikkat çekiyor.  Canan, yine günümüzde çok konuşulan örneklerinden Kürdistan'da yaşanan baskı, kırım ve katliamların sorumluluğunun, Gezi'yle birlikte etnik köken olarak ya da sosyal kimlik olarak "Kürt" olmayanların da sırtına bindiğini söylüyor.
 
Tamamlanamamış yüzleşme sonraki kuşağa yük kalacak
 
Yakınının ölümünden sorumlu kişileri bulamamış ve böylece "adaleti sağlayamamış" kişiler için iyileşmenin oldukça zor olacağını, hatta belki de çözülmenin bu sebeple hiç yaşanamayacağını söyleyen Melis de, Cumartesi Anneleri'nin adalet arayışını çok önemli buluyor. Cumartesi Anneleri'nin adalet arayışını diğer yaşanan tüm katliamlar için de geçer olduğuna dikkat çeken Melis,  Ankara, Suruç, Madımak ve 1980 darbesiyle yaşananların da buna dahil olduğunu belirterek, şöyle söylüyor:
 
"Sorumluların cezalandırılmaması ve yaşananların, travmaların, kayıpların sebep olanlar tarafından telafi edilememesi kişilerde büyük bir hayal kırıklığı ve öfke yaratmakta, bu kişiler de adaleti kendi elleriyle sağlamayı bu sebeple düşünebilmektedir. Bu toplumsal travmalarla yüzleşebildiğimiz ölçüde toplumsal olarak iyileşebilmemizin mümkün olduğu unutulmamalıdır. Değilse, yüzleşme psikolojik terimlerle 'tamamlanmamış bir iş' olarak kalabilir ve bizden sonraki kuşakların omuzuna bir yük olarak taşınabilecektir."
 
Bir katliama ses çıkarmanın müdahil olma korkusu!
 
Dilara ise, "Bir katliama ses çıkarmak bizi o gruba müdahil yapar korkusu var üzerimizde" diyor. Bireysel olarak ses çıkardıkça kitlelerin büyüyeceğini, kitlesel olarak ses çıkardıkça da bu tepki verme gerekliliğin ana akımlaşacağını belirten Dilara, Türkiye'nin sivil direnişi Gezi'den bu yana tekrar öğrendiğini söylüyor. Tüm bu baskılara, sansüre, tehditlere rağmen direnen çok cesur insanlar olduğunu belirten Dilara, "Çünkü biliyoruz ki asla hepimizi öldüremeyecekler. Yine de bu baskının altında ezilen ve ses çıkarmaya tereddüt eden ve ya adaletin olmadığını gördükçe, ben ses çıkarsam da bir şey değişmeyecek diyerek suskunlaşan insanlar da çok. Fakat suskunlaşmaları, politik bir duruşları olmadığını göstermiyor" ifadelerini kullanıyor.
 
Psikososyal Dayanışma Ağı destek veriyor
 
Canan, Türkiye İnsan Hakları Vakfı bünyesindeki Psikososyal Dayanışma Ağı (PDA) ve Türk Psikologlar Derneği (TPD) ve bireyseldeki psikologların süreçle ilgili rolü hakkında ise şunları ekledi: "Şu anda Suruç Katliamı sonrasında sosyal hizmet uzmanları, psikolog ve psikiyatrlardan oluşan, temelde TİHV bünyesinde toplanan PDA olmak üzere farklı psikososyal destek ve dayanışma ağlarında veya bireysel çabalarla çalışan meslektaşlarımız ve yoldaşlarımız var. PDA bünyesinde, TPD çağrısıyla ve aynı zamanda travma ve politik aktivizm konularında donanımlı TODAP'lı veya meslek örgütsüz alandaşların bireysel dayanışma ve destek çabaları mevcut."
 
Yarın: Cezasızlık örnekleri ve hakikat-adalet arayışında sivil inisiyatifler
 
(mg)